NÜKLEİK ASİTLER (AYT)

GENDEN PROTEİNE (GÖRSELLİ KONU ANLATIM PDF’SİNE VE VİDEOSUNA SAYFA SONUNDAN ULAŞABİLİRSİNİZ)

 

 

 

 

NÜKLEİK ASİTLERİN KEŞİF SÜRECİ

*İsviçreli Biyokimyacı Friedrich Miescher (Fredrik Mişher), 1869 yılında ilk olarak akyuvarda daha sonra ise balık spermi ve yumurtalarının çekirdeğinde nükleik asitlerin varlığını gözlemlemiştir.

*Miescher, çekirdek içerisinde asit özelliği gösteren bu moleküllere nüklein adını vermiştir.

*Daha sonraları nüklein, nükleik asit olarak adlandırılmıştır.

*Nükleik asitlerin başlangıçta sadece hücre çekirdeğinde bulunduğu kabul edilmiştir.

*Sonraki yıllarda ise yapılan bilimsel çalışmalarda nükleik asitlerin ökaryot hücrelerin mitokondri, kloroplast ve ribozom gibi organellerinde bulunduğu da tespit edilmiştir.

*Prokaryot canlılarda ise nükleik asitlerin hücre sitoplazmasında ve ribozomlarında yer aldığı görülmüştür.

*1884 yılında Oscar Hertwig (Oskar Hörtvik), nükleik asitlerin kalıtımın aktarılmasından sorumlu kimyasallar olduğunu ileri sürmüştür.

*I. Dünya Savaşı yıllarında Alman Kimyager Robert Feulgen (Rabırt Fölgen), kendi geliştirdiği DNA boyama tekniği ile DNA’nın kromozomların içerisinde bulunduğunu gösterdi.

*Phoebus Aaron Theodare Levene (Pobebus Aron Tiedor Levin), nükleik asit moleküllerinin temel biriminin nükleotit olduğunu ispatladı.

*1928 yılında Frederick Griffith (Frederik Griffit), kalıtım materyalini aktaran molekülün varlığını tespit etmek amacıyla çeşitli deneyler yapmıştır.

*Griffith yaptığı bu deneylerde kalıtım materyalini aktaran bir dönüştürücü madde tespit etti. Ancak ne olduğunu bulamadı.

*Bu maddenin protein ya da proteinin sentezinde rol alan bir bileşik olabileceğini önerdi.

*1940’lara kadar yapıları ve özgül işlevlere sahip olmaları nedeniyle proteinlerin genetik materyal olabileceklerine daha sıcak bakılıyordu.

*Ancak yapılan deneyler sonucu elde edilen bulgular, genetik bilgi taşıyıcısının protein değil de DNA olduğunu ispatlamıştır.

*Griffith’in deneylerinden yaklaşık 20 yıl sonra Oswald Avery (Ozvıld Avri), Maclyn McCarty (Maklin Makkarti) ve Colin MacLeod (Kolin Makleod) dönüştürücü maddenin ne olabileceğini sorgulamaya başladılar.

*Grifith’in yaptığı deneyleri biraz daha geliştirdiler.

*S suşu bakteriyi, çeşitli çözeltilerden geçirip enzimlerle parçaladılar.

*DNA, RNA, karbonhidrat, lipit ve protein moleküllerini izole edip ayırdılar.

*Bu maddelerden hangisinin dönüşüme neden olduğunu bulmak için deneyler yapmaya başladılar.

*Deneyler sonucu R suşu bakterilerin S suşuna dönüşümünden sorumlu maddenin DNA olduğunu belirlediler.

*1944 yılında dönüşüm prensibinin kimyasal doğası ile ilgili makalelerini yayımladılar.

*Bu çalışmalar DNA’nın genetik materyal olarak kabul edilmesinde ilk adım olarak kabul edilir.

*Alfred Hershey (Alfırıd Hörşi) ve Martha Chase (Marta Çeys), dönüşüme hâlâ protein parçalarının sebep olduğuna inanıyorlardı.

*Bu nedenle yeni deneyler yapmaya karar verdiler.

*Bakteriyofajların (bakteri içinde çoğalan virüs) DNA ve proteinden oluştuklarını, bakteriyofajların bakterilere bulaştıklarında hücreye bir madde gönderdiklerini biliyorlardı.

*Hücreye giren bu madde, bakterinin DNA’sına müdahale ediyor ve bakteriyofajların çoğalmasına sebep oluyordu.

*Bu maddenin ne olduğunu bulmak için 1952 yılında bakteriyofajlar ile deneyler yapmaya başladılar.

*Hershey ve Chase, faj proteini ve nükleik asidinin bakteri hücresinin üreme işlemindeki işlevini açıkça ortaya koydular. *Deneylerinde bakteri hücresi içerisinde fajın nükleik asidinin çoğaldığını, protein kılıfının ise bakteri hücresine giremediğini tespit ettiler. Böylece DNA’nın genetik materyal olduğunu ispatladılar.

*DNA’nın kalıtsal bilgileri taşıyan molekül olduğu anlaşıldıktan sonra kimyasal yapısını ve görevini anlamak için çeşitli araştırmalar yapılmıştır.

*1949 yılında Erwin Chargaff (Örvin Şargaf), farklı organizmalardan izole ettiği saf DNA’larının baz dizilimlerini incelediğinde türden türe baz dizilimlerinin değiştiğini keşfetmiştir.

*Erwin Chargaff, aynı zamanda bir bireyin değişik dokularından izole ettiği saf DNA’ların baz dizilerini karşılaştırdığında dizilerin aynı olduğunu açıklamıştır.

*1950’li yıllarda Rosalind Franklin, DNA’nın zincirlerini X- ışınlarına maruz bırakarak molekülün saçtığı ışınları belirlemiş ve X- ışını kırınımı fotoğrafını çekmiştir.

*Fotoğraflama sonucunda DNA’nın belirli aralıklarla tekrarlayan sarmal bir yapıya sahip olduğunu göstermiştir.

*1953 yılında yayımladıkları makalede James Watson (Ceyms Vatsın) ve Francis Crick (Frensis Krik) daha önce yapılan çalışmalardaki bulgulardan ve çekilen fotoğraflardan yararlanarak DNA’nın çift sarmal modelini ortaya koydular.

*James Watson ve Francis Crick, önceki çalışmalar sonucu ortaya çıkan bilgileri de kullanarak adenin-timin, guanin-sitozin eşleşmesinin olması gerektiğini belirttiler.

*Azotlu bazların sarmalın iç kısmında, şeker ve fosfat gruplarının ise sarmalın dış kısmında bulunduğu DNA çift sarmal modelini tasarlayarak bu DNA modelini Nature (Neyçır) Dergisinde bir makalede yayımladılar.

*Bu çalışmalarından dolayı Watson ve Crick, 1962 yılında Nobel Ödülü aldılar.

NÜKLEİK ASİTLERİN ÇEŞİTLERİ VE GÖREVLERİ

*Canlılarda gerçekleşen tüm metabolik olayları denetleyen, genetik özelliklerin kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlayan ve canlıları birbirinden farklı kılan organik moleküllere nükleik asitler denir.

*Çift zincirli ve sarmal yapıda olan, kalıtımda görev alan nükleik asit çeşidine DNA (deoksiribonükleikasit) adı verilir.

*Tek zincirli olan ve protein sentezinde görev alan nükleik asit çeşidine de RNA (ribonükleikasit) adı verilir.

*Nükleik asitler; C, H, O, N ve P atomlarından oluşan karmaşık yapılı büyük organik moleküllerdir.

*Nükleik asitler, birbirine fosfodiester bağları ile bağlanmış, dehidrasyon sentezi ile oluşan nükleotit zincirlerinin oluşturduğu polimerlerdir.

*Bu polimerler, tüm canlılarda hem genetik özelliklerin aktarımını hem de protein sentezi gibi karmaşık olayların yönetimini sağlar.

*Bu nedenle nükleik asitlere yönetici moleküller de denir.

*Yönetici moleküller, tüm canlılarda ve virüslerde bulunur.

*Tek hücrelilerin ve çok hücreli organizmaların metabolik faaliyetleri, DNA’daki genler ile kontrol edilir ve yönetilir.

*Genel anlamda temel bilgileri taşıyan molekül DNA iken bazı virüslerde genel bilgileri taşıma rolünü RNA üstlenir.

*DNA, hücrenin temel mimarisini oluşturan ve metabolik faaliyetlerin gerçekleşmesini sağlayan proteinleri doğrudan üretmez.

*DNA molekülü, boyutları nedeniyle hücre çekirdeğinin dışına çıkamaz.

*Bu nedenle DNA proteinlerin üretimini RNA adı verilen mesaj taşıyıcıyı moleküller aracılığıyla kontrol eder.

*RNA, protein sentezlemek için sitoplazmadaki ribozomlar ve bazı yardımcı moleküllerle birleşir.

*Böylece DNA’daki genetik bilgi önce RNA’ya aktarılır. Daha sonra da protein sentezlenir.

*Her hücre bölünmesinde DNA, kendini eşleyerek bir kopyasını oluşturur.

*Böylece bir nesildeki genetik bilgi, bir sonraki nesle aktarılır.

DNA

*Watson ve Crick’in DNA modeline göre DNA molekülü, ip şeklinde bir merdivene benzetilebilir.

*Basamakları, organik bazlar oluşturur.

*Merdivenin yan tarafındaki ipler ise şeker ve fosfattan oluşmuştur.

*Merdivenin bir ucunun tutulup diğer ucunun döndürülmesi sonucu DNA çift sarmalı oluşur.

*DNA molekülü, sağa dönüşlü olarak sarmal yapar.

*DNA molekülünde bilginin esas olarak depolandığı yerler, merdivenin basamaklarıdır.

 

*DNA, çift iplikli ve sarmal yapılıdır.

*Sarmalı oluşturan zincirler birbirinin tamamlayıcısıdır. DNA, nükleotit adı verilen yapı birimlerinden oluşur

*DNA sarmal zincirlerini oluşturan nükleotitlerde üç kısım bulunur.

*Bunlar; azotlu organik bir baz, beş karbonlu bir şeker (pentoz) ve bir fosfat grubudur.

*DNA’yı oluşturan nükleotitlerde bulunan azotlu organik bazlar; adenin (A), guanin (G), sitozin (C) ve timin (T) dir.

*Adenin ve guanin, çift halkalı pürin bazları grubunda yer alır.

*Sitozin ve timin ise tek halkalı pirimidin bazları grubundandır.

 

 

 

 

 

*Nükleotitlerin yapısında beş karbonlu şekerler bulunur.

*DNA yapısına katılan nükleotitlerdeki şeker çeşidi deoksiribozdur.

*Taşıdığı deoksiriboz şekerinden dolayı deoksiribonükleik asit (DNA) adını almıştır.

*Baz ve şeker arasında glikozit bağı kurulur.

*Bağlanma sonrası nükleozit adı verilen moleküller oluşur.

*Nükleozitlere fosfat gruplarının bağlanmasıyla nükleotitler oluşur.

*Fosfat grupları, nükleozitin yapısındaki şekerlerle ester bağı kurarak doksiribonükleotitlerin oluşturulmasını sağlar.

*Fosfat grupları, DNA molekülünün asit özellik kazanmasını sağlar.

 

 

 

 

 

 

 

 

*İki polinükleotit zincirde fosfodiester bağıyla bağlı şeker-fosfat omurgası, sarmalın dışında kalır.

*Bazlar ise sarmalın iç tarafında yer alır.

*Bir sarmal zincir oluşurken nükleotitler, fosfodiester bağıyla birbirine bağlanır.

*Bir sarmaldaki adenin diğer sarmaldaki timin ile eşlenir. Bu eşleşme sırasında aralarında iki hidrojen bağı kurulur.

*Yine bir sarmaldaki guanin diğer sarmaldaki sitozin ile eşlenir. Bu eşleşme sırasında aralarında üç hidrojen bağı kurulur. *DNA’nın karşılıklı ipliklerindeki nükleotitler, bazlar arasında oluşan hidrojen bağıyla birbirine bağlanır.

 

                                                                                  

 

*DNA, tüm genetik bilginin taşındığı moleküldür.

*Ökaryot hücrelerde çekirdek, mitokondri ve kloroplast organellerinde bulunurken prokaryot canlılarda ise sitoplazma içinde serbest hâlde bulunur.

*DNA; ökaryot hücrelerde doğrusal, prokaryot hücrelerde ise halkasal bir yapıya sahiptir.

*DNA’yı oluşturan nükleotitlerin sayısı ve sırası, her canlı için özgündür.

*Bir canlının sağlıklı ve DNA taşıyan her vücut hücresindeki DNA miktarı ve DNA’yı oluşturan nükleotitlerin sırası aynıdır.

*Ancak canlıyı oluşturan doku ve organlar yapı ve özellikleri bakımından birbirinden farklıdır.

*Bu durumun nedeni gelişme sürecinde farklı dokuları oluşturacak hücrelerin DNA’sındaki aktif gen bölgelerinin değişkenlik göstermesiyle açıklanabilir.

*Bir hücre bölünürken kendi DNA’sını eşleyerek kopyalar ve böylece genetik özellikler gelecek nesildeki hücrelere aktarılır.

*DNA, doğrudan üzerinde taşıdığı genlerdeki baz dizilimine göre RNA sentezleyebilir.

Cici Bilgi:

*DNA’daki polinükleotit zincirlerin oluşturduğu çift sarmalın dayanıklılığı, GC/AT oranına bağlıdır.

*Örneğin GC/AT>1 ise üçlü bağ sayısı fazladır. Bu da sarmalın fiziksel olarak daha dayanaklı olmasını sağlar. DNA’nın iki ipliğini birbirinden ayırmak için gerekli olan ısı miktarı daha yüksek olur.

*GC/AT<1 ise ikili bağ sayısı fazladır. Bu da sarmalın açılma olasılığının daha fazla olduğunu gösterir. DNA’nın iki ipliğini birbirinden ayırmak için gerekli olan ısı miktarı daha düşük olur.

 

*DNA’yı oluşturan zincirler, hangi doğrultuda ilerleyeceğine ve bir merdiveni oluşturacağına nasıl karar veriyor?

*Bu soruların cevabı, iki farklı durumla açıklanabilir.

*Birincisi, fosfat gruplarının negatif yüklü olmasıdır. Bu durum, iki ipliğin birbirinden olabildiğince uzak durmasına neden olur.

*İkincisi ise azotlu bazların aralarında kurdukları hidrojen bağlarıyla birbirine yaklaşmaya çalışmasıdır.

*DNA molekülünü oluşturan ipliklerdeki deoksiriboz şekeri birbirine ters şekilde konumlanmıştır.

*Görüldüğü gibi zincirlerin yöneldikleri doğrultu farklılık gösterir.

*DNA iki ipliğinden birininin en sonunda yer alan deoksiribozun beşinci karbonuna fosfat bağlıdır. Aynı ipliğin diğer ucundaki deoksiribozun üçüncü karbonunda hidroksil grubu bulunur. Bu iplik, bu doğrultuda yönelim gösterir.

*Bu ipliğin karşısındaki diğer ipliğin hidroksil ve fosfat grubu taşıyan uçları, birinci iplikle zıt yöndedir. Bu durum, iki ipliğin birbirine antiparalel uzanmasına neden olur.

*Zincirlerin bu şekilde konumlanması, DNA’nın yapısının antiparalel şeklinde tanımlanmasına neden olur.

*Birbirine zıt uzanan bu zincirler, birbirinin tamamlayıcısıdır.

 

 

RNA

*RNA; ökaryot hücrelerde, çekirdekte, sitoplazmada, ribozomun yapısında, mitokondride ve kloroplastlarda bulunan tek polinükleotit zincirden oluşan bir nükleik asittir.

*Prokaryot hücrelerde ise sitoplazmada ve ribozomun yapısında bulunur.

*DNA’dan farklı olarak RNA’nın yapısında deoksiriboz şekeri yerine riboz şekeri bulunur.

*Azotlu baz olarak da timin yerine urasil bulunur. RNA’da; adenin, guanin, sitozin ve urasil bazları yer alır.

*RNA oluşurken bu bazları içeren dört çeşit nükleotit, fosfodiester bağlarıyla birbirine bağlanır.

*RNA, saç tokasını andıran bir şekilde katlanmalar yapabilir.

*Katlanmalar sırasında bazların karşılıklı olarak eşleşmesi gerçekleşebilir. Bu durumda guanin, sitozinle; adenin, urasille eşleşir.

 

 

 

 

 

 

 

*RNA, kendini eşleyemez. Bu nedenle bütün RNA çeşitleri, DNA üzerinde yer alan anlamlı şifrelere (gen) göre sentezlenir. *RNA bazı virüslerde bilginin yeni nesillere aktarılmasını sağlar. Örneğin AIDS’e neden olan HIV’in kalıtsal özellikleri, RNA üzerinde taşınır.

*Bütün RNA çeşitleri, protein sentezinde görev alarak hücredeki yaşamsal olayların yönetiminde DNA ile birlikte görev alır.

*Tüm prokaryot ve ökaryot hücrelerde; mesajcı RNA (mRNA), taşıyıcı RNA (tRNA) ve ribozomal RNA (rRNA) olmak üzere üç çeşit RNA vardır.

Mesajcı RNA (mRNA)

*Ökaryot hücrelerde DNA, hücre çekirdeğinde bulunur.

*Ancak DNA’ nın gen kısmında bulunan bilgiden, protein sentezlenebilmesi için bu bilginin çekirdekten dışarı çıkması gerekir.

*RNA’nın görevlerinden biri de bu bilgi mesajını iletmektir.

*mRNA, genden aldığı bilgiyi ribozoma taşır ve ribozoma bağlanır.

*Protein sentezi için kalıp görevi görür.

*mRNA’nın taşıdığı bilgi, sentezlenecek proteine ait amino asitlerin çeşidini ve sırasını belirleyen bilgidir.

*mRNA sentezi sırasında DNA’nın iki zincirinden sadece biri kalıp olarak kullanılır.

*Kalıp olarak kullanılan zincire kalıp zincir adı verilir.

*DNA’nın kalıp zincirindeki genetik şifreye göre mRNA, bu zincirin karşıtı olarak sentezlenir.

*Sentez sırasında DNA’daki adeninin karşısına mRNA’da urasil gelir.

*Böylece mRNA, DNA’dan genetik bilgiyi almış olur.

*Hücrede mRNA çeşidi sayısı, sentezlenen protein çeşidi sayısı kadardır.

*Hücredeki toplam RNA’ların sadece %5’ini mRNA oluşturur.

*Bir proteine çok ihtiyaç varsa mRNA birkaç kez kullanılabilir.

Taşıyıcı RNA (tRNA)

*tRNA, protein sentezinde kullanılacak olan amino asitleri sitoplazmadan ribozoma taşır.

*Böylece protein sentezi için gerekli amino asit ihtiyacını karşılar.

*Çekirdekten tek zincir hâlinde sentezlenen tRNA’lar, sitoplazmada kendilerine özgü katlanmalar yaparak çift zincirli yonca yaprağına benzer şekilde görülür.

*Katlanmaların olduğu bölgelerde eşleşen nükleotitler arasında hidrojen bağları kurulur.

*tRNA’lar, küçük ve dayanıklı RNA molekülleridir. Tekrar tekrar kullanılabilir.

*Canlı yapısında bulunan 20 çeşit amino asidin her birine özgü en az bir tRNA molekülü bulunur.

*Bu nedenle protein sentezinde 20 çeşit amino asidi ribozomlara taşıyan en az 20 çeşit tRNA görev alır.

*Her tRNA ancak bir çeşit amino asidin taşınmasını sağlar.

*Aynı amino asidin taşınmasında birden fazla çeşit tRNA molekülü görev yapabilir.

*tRNA’lar hücredeki toplam RNA’ların %15’ini oluşturur.

Ribozomal RNA (rRNA)

*rRNA, ökaryot hücrelerde çekirdekçikte sentezlenir.

*Proteinlerle birlikte ribozomların yapısında bulunur.

*Bir ribozomun yapısının yaklaşık 2/3’si rRNA’dan meydana gelir.

*Her hücrede çok sayıda ribozom bulunduğu için rRNA, hücrede en çok bulunan RNA çeşididir.

*rRNA, hücredeki toplam RNA’ların %80’ini oluşturur.

*rRNA, ribozomlarda mRNA ve tRNA ile etkileşim kurar.

*Enzim gibi davranarak amino asitler arasında peptit bağı kurulmasında görev alır.

*Bu durum protein sentezinin gerçekleşmesini sağlar.

 

 

 

 

 

 

 

 

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.